Bu terimi, 15 Temmuz olayını nitelemek için ilk defa başbakanın ağzından duydum. Oysa benim bildiğim kalkışma, bir etkinliğe hazırlık davranışını tanımlar, yani suç tamamlanmamıştır henüz. Yasalar suçu tamamlanmış biçimiyle öngörür ve cezalandırır. Belki de kalkışma terimi, girişimi küçümsemek amacıyla özellikle seçilerek kullanıldı. Şimdilik 161 vatandaşın öldüğü, 1440’ının da yaralandığı bir kalkışma, bana göre açıkça darbe ya da ihtilal girişimidir. Ölen 161 kişi, internet haberlerinde şehit olarak adlandırıldığına göre, bu sayılar kalkışmaya katılanları kapsamıyor olsa gerek.
Darbe mi, ihtilal mi? Çok önemli bir farkı olmalı ki, 27 Mayıs 1960 sonrası TRT’de program yapan rahmetli Cenk Koray, yönetim tarafından ihtilal değil de darbe kelimesini kullandığı için işinden uzaklaştırılmıştı. 1960’da devrik iktidarın 3 bakanı asılarak idam edildiklerinde bundan hoşlanan sol görüşlü kişiler askeri yönetime el koyma hareketini ihtilal veya devrim,12 Eylül 1980’deki hareketi ise darbe olarak olarak nitelemişlerdi. Yani “benim ihtilalim”, “senin darben” çifte standartı..
Ben hiç böyle bir darbe girişimi görmedim. Ülkedeki tüm yönetime el koyma hareketlerini yaşamış birisi olarak diyebilirim ki hiç bu kadar garibi gerçekleşmemişti. Ne olup bittiğini anlayamadık bile..Sadece Atatürk havalimanı, her 2 İstanbul boğaz köprüleri, Ankara’daki TRT Merkez stüdyosu onlarca asker tarafından işgal edilmiş ve yönetime el konulduğu muhtırası haber spikerine okutulup kısa sürede teslim olunmuş olsa, bunu 1963 Talat Aydemir kalkışmasına benzeteceğim ve acemice girişilmiş, başlamadan biten bir hareket olarak kabul edeceğim. Gelin görün ki savaş uçakları Parlamento’yu, Beştepe’deki sarayı ve külliyeyi, Gölbaşı ilçesindeki Özel Harekat Daire Başkanlığı Eğitim Merkezi’ni füzelerle bombalamış, Cumhurbaşkanı ayrıldıktan sonra Marmaris’te kaldığı otele ateş açılmış. Bu yönüyle, geri dönülemeyecek şekilde bir darbe kararlılığını inkar etmek olanaksız.
Bir çok darbe ya da ihtilal (siz seçin) gördüm ama böylesini değil. 27 Mayıs 1960’da Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk darbesini çok iyi hatırlıyorum çünkü bire bir yaşadım. 1960 darbesi, “Hükümetin ülkeyi baskı rejimine ve kardeş kavgasına götürdüğü” gerekçesiyle, bir grup alt rütbeli subayın yönetime el koyması ile gerçekleşmişti. Öncesinde, bir grup öğrenci “555K” kodu ile 5 Mayıs 1960 tarihinde saat 5’te Kızılay’da gösteri, arkasından Harp okulu öğrencileri sokaklarda yürüyüş yapmışlar ve nihayet 27 Mayıs’ta sabaha karşı “ihtilal” ilan edilmişti. İnsanlar meydanlarda sevinç çığlıkları atarak tankların üzerinde kutlama yaptılar. Oysa daha bir hafta önce Eskişehir mitinginde halk Menderes’i omuzlarında taşıyordu. Dönemin Genel Kurmay Başkanı dahil, ihtilalden haberdar olmayan emir komuta zincirinin üst kademeleri, Cumhurbaşkanı, Demokrat Parti’nin Başbakan ve Bakanlar dahil tüm milletvekilleri hep birlikte gözaltına alındılar. Hiç bir şeyden haberi olmayan kıdemli bir generale hareketi sahiplendirdiler ve bu zat, sonradan Cumhurbaşkanı oldu. Ortalama 1 yıl süren kurmaca ve düzmece “güya” Yüksek Adalet Divanı’nın savcısı Egesel, 288 idam isteminde bulundu ve sonuçta düzgün bir savunma ve yargılama süreci bile yaşanmadan, “kilot davası”, “bebek davası” diyerek, demokratik şekilde seçilmiş 15 Bakan ve Milletvekili idam cezasına çarptırıldı. Mahkeme başkanı Başol’un “sizi buraya tıkan güç, bu cezaların verilmesini uygun buldu” söylemi, girişimin en veciz tanımlaması oldu. Başbakan Adnan Menderes, Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu ve Maliye Bakanı Hasan Polatkan asılarak idam edildiler. Pek çok insan için 27 Mayıs “iyi darbe” yani “ihtilal” olarak anıldı.
Çok açık şekilde, 27 Mayıs Darbesi dönemin siyasi iktidarına karşı yapıldı. Halkın bizzat kendisinin, vatanı antidemokratik yönetimden kurtardığı, kendi demokratik hakkına sahip çıktığı söylendi. Eğer bir benzerlikse, 15 Temmuz kalkışmasında da insanların 27 Mayıs’ta olduğu gibi sokaklara döküldüğü, tankların üzerine çıktığı doğrudur. Fark o ki bu defa insanlar, siyasi otoritenin çağrısı ile darbeyi kırmak amaçlı sokaklara döküldüler. Yine fark o ki o zaman söylenen marşların yerlerini tekbirler, ellerdeki askere verilen çiçeklerin yerlerini kırbaçlar almıştı. 15 Temmuz 2016 “kalkışması”nda TRT’de okutulan muhtırada ifade edilenler dışında hedef kimdi? Bildiğim kadarıyla Parlamento’ya, her hangi bir hükümet ya da parti binasına girilmedi, kimse tutuklanmadı. Haberleşme, yazılı ve görsel basın, internet, sosyal medya engellenmedi, hatta Cumhurbaşkanı, Başbakan, Bakanlar televizyon kanallarında açıklamalarda bulundular ve halkı darbeye karşı koymak için Atatürk Havalimanı, Boğaz köprüleri, Parlamento, meydanlar ve sokaklara davet ettiler. Sanki darbenin hedefi, binaları bombalamak ve Genel Kurmay Başkanı’nı rehin almaktı. Cumhurbaşkanı, otelden ayrıldıktan çok sonra kaldığı otele ateş açılarak suikast girişimine uğradığını açıkladı. 15 Temmuz’da açıklanmamış olan Başbakanın aracına taciz ateşi açıldığı haberi, kaynağı, yeri, zamanı belirtilmeden basında birkaç satır halinde sonradan boy gösterdi.
En çok benzediği için olsa gerek, siyasi iktidar hep Talat Aydemir kalkışmasını referans gösterdiler. Hatırladığım, 22 Şubat 1962 olayının, Harp Okulu Komutanı Kurmay Albay Talat Aydemir ve arkadaşlarının, ordu içindeki 27 Mayısçıların tasfiyesi için başlatılan atama ve gözaltına almalara karşı direnişi olayıydı. 20 Mayıs 1963 ayaklanması, bunun bir devamı ve başladığı an biten tek ihtilal girişimiydi. Radyoevinde ihtilal bildirisinin okunmasından hemen sonra kontrol hükümete bağlı kuvvetlerin eline geçti. Talat Aydemir idam edildi, 1459 Harbiye’li öğrenci okullarından atıldı. Talat Aydemir hareketi aslında, 27 Mayıs darbesinin yapılma gerekçelerinin uygulanmamasına ve sulandırılmasına tepki olarak yapılmış bir kalkışma idi. Önceden bilindiği, neredeyse haber verilerek yapıldığı, üst rütbeli komutanlar tarafından hükümet uyarıldığı için anında engellendi.
Benzer şekilde, 12 Mart 1971’de 3 kuvvet komutanı ve Genel Kurmay Başkanı imzalı hükümete yönelik muhtıranın verilmesi zaten bekleniyordu. Ordu, Süleyman Demirel’in Adalet Partisi hükümetini düşürdü. Parlamento kapatılmadı ve hiçbir yönetici tutuklanmadı. Aslında tüm ön hazırlıklarıyla klasik bir ihtilal için gün sayılırken, emir komuta zincirinin en üstleri, karşılarında alt rütbe kademelerinden güçlü bir güce ortaklık cephesi oluşacağını görünce, son anda muhtıra vermekle yetindiler. Bu darbe, birçok çevrede “ilerici” ve “devrimci” izlenimi yarattı yani bir kere daha “iyi darbe” olarak nitelendi.
12 Eylül 1980 ihtilali (kimilerince darbesi), Türk Silahlı Kuvvetlerinin emir-komuta zinciri içinde gerçekleştirdiği dört dörtlük bir askerî müdahaledir. Sağ sol, benim senin militanım, polisim, sendikam kavgası, ekonomik nedenler, güvenlik sorunları ve dış siyaset etkenleri yanında 6 Eylül günü Konya’da Necmettin Erbakan önderliğinde yapılan ve şerîat amaçlı bir kalkışma girişimi olarak nitelenen Kudüs mitingi, gerekçeler olarak gösterildi. Bu miting katılımcıları İstiklal Marşı sırasında yerlere oturmuş, İstiklal Marşını yuhalamış, sürekli şeriat çağrısı yapmıştır. Erbakan’ın 23 Nisan 1980 tarihli basın toplantısında sarf ettiği, emellerine ulaşmak için “kadayıfın altının kızarmasını bekleyecekleri” ve 1994 yılında kurulacak “adil düzen”in kanlı mı kansız mı olacak?” veciz söylemleri tarihe not düşülmüştür. Aslında etraflı düşünüldüğünde, bugünkü olayların temel çivileri o zamandan atılmıştı. 1980 darbesi, ayak sesleri çok önceden duyulan, 1979 sonunda Cumhurbaşkanı’na muhtıra verilerek “ben geliyorum” diyen, buna rağmen Başbakan Demirel ile Ecevit’in kaotik ortamı çözme konusunda uzlaşma yapmaktan kaçındıkları, adeta siyasilerin davetiye çıkardığı bir hareketti. 12 Eylül 1980 ardından partiler lağvedildi, 1960 darbesinden farklı olarak bu defa milletvekilleri ve bakanlar değilse de parti liderleri önce askerî üslerde gözetim altında tutuldu, ardından yargılandı. İhtilal sonrası 650 bin kişi gözaltına alındı, 50 insan idam edildi, 171 insan işkenceden öldü. Her ne kadar bazılarınca “kötü darbe” olarak nitelendiyse de 1980 hareketi halkta yaygın kabul gördü. Yine sokaklara çıkıldı. Darbe anayasası 1983’de %92 evet oyuyla onaylandı. Liderlerin yasaklanan siyasi hakları daha sonra geri verilerek aynı simalar yine siyaset sahnesine geri döndüler. O kadar ki “gulu gulu dansı” “kadayıf” “kanlı mı kansız mı?” sözleri siyasi literatüre geçen Erbakan, gasp edilen siyasi haklarını tekrar elde ederek 1996 yılında Tansu Çiller’le paylaştığı koalisyonda Başbakan oldu. Askerle sorunları artarak sürdü. Nihayet, başkanlığını yaptığı 28 Şubat 1997 tarihli Milli Güvenlik Kurulu toplantısında laikliğin Türkiye’de demokrasi ve hukukun teminatı olduğu vurgusu yüzüne karşı hatırlatıldı. Önceleri kararlara direndiyse de 13 Mart 1997’de kararı imzalamak zorunda kaldı. Birkaç ay sonra Başbakanlıktan istifa etmek zorunda kaldı. O dönemde “28 Şubat bin yıl sürecek” denmiş olsa da 5 yıl sonra, 28 Şubat kararların hedefindeki siyasi oluşumun bünyesinden çıkan Adalet ve Kalkınma Partisi hükümet oldu.
Bana göre, yakın tarihin en önemli darbeleri, Balyoz ve Ergenekon’du. “Hizmet Hareketi” “Fethullah Gülen Hoca Efendi” çok makbuldü. En yetkili siyasi otorite, bu davaların savcılığını üstlendi. Komutanların, akademisyenlerin apar topar hapse tıkılmaları, İtalya’daki “Temiz eller” operasyonuna, Zekeriya Öz, Di Pietro’ya benzetildi. Emrine kurşun geçirmez, zırhlı araç tahsis edilen Öz, kahraman ilan edildi. Türk Silahlı Kuvvetlerinde üst kademe tasfiye edildi. Hepimizin çok yakından hatırladığı gibi, tüm suçlamaların kurmaca ve düzmece olduğu çok sonra ortaya çıktığında kahraman savcı Öz, çoktan Almanya’ya kaçmıştı. Olan Balyoz ve Ergenekon mağdurlarına oldu, yıllarca yaşadıkları zulüm yanlarına kar kaldı. İnsanlar işlerini, eşlerini, mallarını, mülklerini, kariyerlerini, yaşamlarını kaybettiler. Siyaset kurumu, “pardon” bile demeden, hiçbir şey olmamış gibi yoluna devam etti.
15 Temmuz 2016 “kalkışması”, bir garip darbe girişimidir. Daha başladığı ilk saatlerde hükümet sorumluyu bulmuş ve eski “Gülen hizmet hareketi”, yeni “Feto Paralel Devlet Yapısı”na suçlamıştır. Cumhurbaşkanı’nın bizzat kendisi, kalkışma nedeninin Ağustos ayında yapılacak Yüksek Askeri Şura’da (YAŞ) ilişiği kesilecek “Feto’cu” subayların son çırpınışları olduğunu ifade ederek, kendi ifadesiyle “Her olanda hayır vardır anlayışından hareketle şu anda bu hareket Allah’ın bize büyük bir lütfü. Çünkü bu tertemiz olması gereken silahlı kuvvetlerimizi temizlenmesine vesile olacak olan bir hareket” diye açıklama yapmıştır.
Ben bir sade vatandaş olarak ne olduğunu anlamış değilim. Kafamda bir çok soru benliğimi işgal etmiş durumda..
On dört yıldır, önce Başbakan, sonra Cumhurbaşkanı olarak ülkeyi bizzat yöneten Erdoğan, bu süreçte askeriye içine yerleşmiş olan “paralel”cileri nasıl görmedi, aksine irtica nedeniyle ihraçlarda neden ayak sürüdü?
Neden eski “hizmet hareketi”, 18 Aralık’tan sonra yeni “Feto terör örgütü” oldu?
Madem ki TSK içinde küçük bir grup darbeye yeltendi, neden Türkiye Cumhuriyeti Devletine bağlı silahlı kuvvetler mensupları Başkomutan tarafından darbeyi önlemekle görevlendirilmedi?
Neden tanklarla, jetlerle ortaya çıkan silahlı askeri güçlerle savaşmak için yıllar önce belki de böyle bir olasılığa karşı silahlandırılan emniyet güçleri, daha vahimi, halk sokaklara davet edildi?
Halk mıdır darbecilerle savaşmaları ve hayatlarını tehlikeye atmaları beklenen?
Camilerden anonslarla, Cumhurbaşkanı’nın herkesin cep telefonlarına yolladığı SMS’lerle darbeci ve silahlı askerle savaşmak üzere halkın kendilerini tehlikeye atmalarının istenmesi ne kadar demokratiktir?
Neden milliyetçi sloganların, marşların yerini tekbirler almıştır?
Komutanlarının emirlerini yerine getirmekten başka bir şey yapmayan 18-20 yaşlarındaki askercikler midir sorumlu, yıllar boyu hazırlanan bu olumsuz iklimden?
Kurşunu biten emniyet güçlerine mermi sağlamak vatandaşların görevi midir?
Ellerindeki kırbaçları hınçla sallayan uzun entarili çember sakallılar kimdir? Bunlar mı artık düzeni korumakla görevlendirilen güçler? Nasıl bir ruh haliyle gencecik bir askerin “Menemen misali” kafası kesilebilir?
Darbe girişiminin sabahında Cumhurbaşkanı’nın halka seslenişinde neden milliyetçi sloganlar, marşlar yerine islami motifler, tekbirler seslendirildi?
Neden paralel örgüte hizmetleri tespit edilip önceden yapılmayan 2745 hakim ve savcının, bazı HSYK ve Anayasa Mahkemesi üyelerinin ihraç işlemleri, henüz darbe kalkışmasının bastırıldığının sabahı apar topar yapılıyor?
Devlet içindeki devlet bu kadar dallanmış budaklanmışsa, biz, ülkesine, devletine, anayasal haklarına sahip çıkmaya çalışan sade vatandaşların güvencesi, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin, emniyet güçlerinin, adalet mekanizmalarının, bürokrasinin hangi kesimi tarafından sağlanacak?
Bizim inançlarımızın ve yaşam tarzımızın değerlendirilmesi ve şekillendirilmesi, bundan böyle tekbirlerle, kırbaçlarla sokağa dökülen ve kafa kesen kitleler tarafından mı değerlendirilecek?
Beynimin işgalden kurtarılmaya ihtiyacı var. 15 Temmuz darbe girişiminin iç yüzünü çözemediğim gibi, senelerdir yönetimde bulunan siyasi iktidarın demokrasinin kurtarıldığı zafer çığlıklarına hiç mi hiç anlam veremiyorum. 15 Temmuz darbesi bana çok ama çok garip geliyor. Bundan sonrası ise çok endişe verici. Gençlerimiz, çocuklarımız için.….
Dr. Kutay Biberoğlu
18 Temmuz 2016