Osaka, Japonya’daki Asya Endometriosis Kongresinden kısa süre sonra İran’a yaptığım ziyaret, kısa süreli geziler olmalarına karşın, ister istemez iki farklı kültürü karşılaştırma olanağını sağladı. Üstelik en çok görmek istediklerimden birisi olan İran, yönetim modeliyle farklı, Küba tadında bir etki bırakmıştır hep üzerimde. Bunun nedeni, İran’ın Şii, Farsi ve “İslami Devrimci” özellikleriyle bölgenin kendi ayakları üzerinde durmaya çalışan, diğerlerine benzemeyen bir Orta Doğu ülkesi olmasıdır. İsrail’e karşı imiş gibi görünüp perde arkasında ilişkileri sürdürme gibi bölgede hiç yabancı olmadığımız bir riya içine hiç girmemiştir İran. İdeolojik İslami Devrimci özellikleriyle sadece batı ülkelerine değil, batıya taviz veren diğer İslam ülkelerine de uzak durmuştur. Humeyni Devrimi ile temel amaçları dünyada İslami düzeni kurmak olan İran’ın stratejisi, Batı dünyasına gözdağı verebilmek için sürekli olarak askeri güç sahibi olmak, krize yol açmak, krizleri tekrar kriz çıkararak yönetmeye çalışmak olmuştur. Oysa bu bölgede her zaman alışılagelmiş olan, güçlüye karşı diplomasiyle alttan almak veya güçlüye gizli mesajlarla tavizler verirken diğer yandan tehdit ediyor gibi bağırıp çağırıp (tutmayın beni hesabı) iç kamuoyuna siyasi mesajlar vermektir. Yakın zamana kadar İran’ın dış siyaset açısından başarılı olduğunu iddia etmek mümkün olmadığı gibi kendi bölgelerinde bile dışlanmış olmalarının sonucu ambargoya maruz kalmışlardır. İslami düzeni ihraç etmek istedikleri ülkelerin başında gelen Türkiye bile uluslar arası ambargonun bir parçası haline getirilmiştir. Altın üzerinden petrol alışverişiyle gizli gizli ambargoyu delmeye çalışan Türkiye, aynı işi yapan diğerleri gibi olayı gizleyemeyip içerde paylaşmada sorun yaşayınca hepimizin bildiği Reza Zarrab soruşturması patlak vermiştir. Radikal Ahmedinejad’ı takiben gelen Ali Hamaney dönemi, yumuşamayı ve nihayet ABD ile ilişkilerin ısınmasını, ambargonun hafifletilmesini beraberinde getirmiştir. Bundan sonra nelerin olacağını hep birlikte yaşayarak göreceğiz. İlerleyen satırlarda daha ayrıntılı anlatacağım gibi şimdiden İran, ticari ilişkiler kurmak isteyen tüm dünya milletlerinin istilasına uğramıştır ve bu durumun İran İslami İdeolojisini nasıl etkileyeceğini zaman gösterecektir.
Yakın tarihine baktığımızda, Pers İmparatorluğu / Acemistan adıyla dünyanın en eski uygarlıklarından birisiyken 1935 yılında Rıza Şah, ülkenin ismini İran olarak değiştirmiş, toplumsal karşı çıkışlar üzerine 1959 yılında Muhammed Rıza Pehlevi her iki ismi de resmen tanıma kararı almıştır. Hatırlayacağımız gibi 1979 yılındaki Ayetullah Humeyni’nin “İslam Devrimi”nden sonra ülkenin resmi adı “İran İslam Cumhuriyeti” olmuştur. Dünyada pek duyulmamış olmakla birlikte Humeyni’nin emriyle 1988 yılında 30,000 siyasi tutuklunun idam edildiği kayıtlara geçmiştir. İran’ın kültüründe İslam dini ve geleneksel Fars, Arap ve Türk etkisi çok belirgindir. Farslardan sonra nüfusun ikinci büyük kısmını Azeri Türkleri oluşturmakta ve toplumun yüzde 40’ı Türkçe (Türkmence, Azerice) konuşmaktadır. Seksen milyona yakın nüfuslarıyla İran ile Türkiye ve yirmi milyona yakın metropol nüfusları ile Tahran ile İstanbul birbirlerine yakındır. Demografik açıdan İran’da ekonomik güçlük içinde olan aileler çocuk yapmama, ekonomik sorunu olmayanlar 2 çocuk yapma eğiliminde iken bizde bunun aksi bir durum söz konusudur. Türkiye’de “en az 3, üç de yetmez 5” önermesi, daha çok eğitimsiz ve fakir halk tarafından benimsenmektedir.
Bu genel girişten sonra Tahran’a gidiş kısmı ile başlayalım. İstanbul – Tahran uçağında alkollü içki servisi yapılmamış olması beni şaşırtmadı ama Türkiye ile başka bir ülke arasında tam değil de yarım saatlik fark olmasına daha önce hiç rastlamamıştım. Kış saatine geçmeme kararı aldığımıza göre şu anda Arap Dünyası ve İran ile aynı saatte olmamız gerektiği halde şu anda da İran bizi 30 dakika geriden izliyor. Araştırdığım zaman İran’ın bu konuda yalnız olmadığını, benzer durumun Yeni Delhi, Hindistan’da da geçerliliğini saptadım. Saat farkına yol açan meridyenlerin ikisinin tam ortasına denk düşen ülkelerden bazıları kendilerine göre tam bir saati değil de yarım saati uygun görmüşler. Tam tersi örneği ise Çin’de ülkenin bir ucundan diğerine 8 saatlik fark olmasına karşın tüm ülkede aynı saatin uygulanıyor olmasıdır.
Tahran’da yapılan 15. Uluslar arası Jinekoloji ve Obstetrik Kongresi oturumlarından birisinde verdiğim konferans, iki açıdan benim için bir ilk oldu. Program gereği bir saat konferansı takiben yarım saat de aktif soru cevap, şimdiye kadarki en uzun konuşma yaptığım uluslar arası oturumdu. Bu arada resimlere bakarak görseldeki eski Türkçe yazı, sakın konuşmayı Arapça yaptığım izlenimi vermesin. Organizasyonun bir duyurusu olsa gerek ve ne yazdığını da bilmiyorum doğrusu. Konuşmanın İngilizce olduğunu söylememe gerek yoktur herhalde. İran’lı hekimler çok iyi İngilizce anlıyor ve konuşuyorlar. İngiltere ile çok yakın akademik ilişki içindeler. Akademisyenlerin hemen tamamı bir şekilde İngiltere’de eğitim almışlar ve konusunda uzman pek çok İngiliz öğretim üyesi de düzenli olarak buralara gelip gidiyor. Yine akademik yaşamımda ilk defa, büyük olasılıkla Rıza Şah Pehlevi döneminde uzmanlığını almış birkaç tane kıdemli İran’lı meslektaşım dışında hemen tamamı kadın jinekologlardan oluşan bir topluluğa konuşma yapmış oldum. İran’da erkek kotası var denmekle birlikte pratik olarak Kadın Hastalıkları ve Doğum Uzmanlık eğitimine sadece kadın doktorlar kabul ediliyor. Bunu nereden mi biliyorum? Gazi Üniversitesinde Anabilim Dalı başkanı olarak bir İran’lı genç doktorun asistan olarak kabul edilebilmesi için yazdığım yazı, İmam Humeyni yönetimince reddedilmiş, ancak Genel Cerrahi asistanlığı izni alınabilmişti. Ülkemizde de kadın hastalar arasında hemcinsleri Jinekolog ve Obstetrisyen tercihi giderek artıyor. Bununla paralel olarak özellikle özel sağlık kuruluşları kadın jinekolog arayışı içindeler. Eğitim açısından vahim olanı ise özellikle bakanlığa bağlı hizmet ve eğitim hastanelerinde odada erkek asistan bile bulunmasına tepki artarak sürüyor. İran’da erkek hekimler cerrahi branşlarda yoğunlaşmışlar. Erkek hekim tercihi, sadece Jinekoloji içindeki endoskopik cerrahi ve onkoloji alt dalları için geçerli. Aslında tıp fakültelerine girişten itibaren kadınlar daha çok tercih ediliyorlar. Bir diğer deyişle, İran’da kadın hekim ağırlığı çok belirgin. Türkiye’de de giderek o yöne doğru bir eğilim olduğu açıkça ortada. Böylece Kadın Hastalıkları ve Doğum bilim dalı açısından gelecekteki Türkiye’yi ben İran’da erken yaşamış oldum. İlginç şekilde, sosyolojik olarak incelemeye değer kadın jinekolog artış eğilimi, Amerika Birleşik Devletleri’nde de yoğun şekilde hissediliyor. Orada devletin ya da toplumun değil hekim seçiminin etkili olduğu çok açık. “Erkek Jinekolog olmak” başlıklı blog yazımda ayrıntılı şekilde tartıştığım için bu konuyu burada kesiyorum.
İran’da kıyafet konusu oldukça simgesel önem taşıyor. Yanıma ne olur ne olmaz diyerek aldığım hakim yaka gömleğimi, ortamı gördükten sonra kravatlı olana tercih etmem, organizasyon tarafından takdir ve beğeni topladı. Batı kültürünün simgesi kabul edilen kravat, İran’da Rıza Pehlevi taraftarı olma algısı da yaratıyor. Konferansımdan önce bir profesör hanım meslektaşımın görsellerimin akış şemasını gözden geçirirken acı içinde iki büklüm olmuş çıplak, küçük bir kadın figürüne takıldığını hissettim. Görselden kadın figürünü çıkararak yaptığım konuşma sonrası yanıma gelip teşekkür etmesi, toplumun acı içinde de olsa küçücük bir kadın figürü çıplaklığına bile tepki göstermesi açısından önemliydi. İranlı kadınlar tümüyle pantolon üzerine tunik tarzında uzun giysiler tercih ediyorlar. Başlarında saçlarını örtmeyen şık bir şalları var ve çok bakımlılar. Göz kalemi ve ruj olmazsa olmaz, yetmedi söylentiye göre estetik cerrahinin ve botoks uygulamalarının en sık olduğu ülkelerden birisi imiş İran. Bizim ülkemizle karşılaştırarak baş kapatma tarzlarındaki farkı sorguladığımda, bizdeki uygulamanın doğru olduğunu ama kendilerinin yine de şal örterek saçlarını açık bırakmayı tercih ettiklerini itiraf ediyorlar. Adeta baş örtmekten çok yasak savma, rejimi kandırma amacı güdüyorlar. İran’ın baskıcı bir toplum olduğu ve yasakların çoğunun kadına yönelik olduğu şüphe götürmez ama yine de kadınlar toplumla iç içeler. Her çalışma alanında varlar. Belirgin şekilde yasaklara direnç gösteriyorlar ve bunda da çok başarılılar. Mollalarla kadınlar arasında adeta bir soğuk savaş var. Trafikte pek çok kadın sürücü mevcut. Tüm bunlara karşın burada kadın olmak kesinlikle çok zor. Erkek egemen İran gibi İslam ülkelerinde ağır bir suç olan zinadan ve bundan kurtulmak için uydurulmuş muta nikahından bahsetmesem olmaz. Erkeklerin mollalardan parayla aldıkları izinle saatlik – aylık süreler için, hatta son rivayet telefonla bile nikah kıymak mümkün. Tabi nikahlanmak kadar muta nikahından boşanmak da o kadar kolay. Sadece bu konuya sınırlı olmaksızın mollaların dini yetkilerini kendi menfaatleri için suistimal ettikleri, bu sayede çok zenginleştikleri yaygın olarak konuşuluyor.
Giriş kısmında da vurguladığım gibi İran her zaman benim gözümde, uluslar arası ilişkileri açısından dünya siyasetinde iddiası olan, İslam ülkeleri arasında batıya karşı dik ve onurlu durabilmeyi başarmış, ambargoya karşın kendisine yeten bir ülke konumunda olmuştur. Sahip olduğu petrolün verdiği avantajla batıya kafa tutabildiğinin bilincinde olmama karşın diğer petrol kaynaklarına sahip İslam ülkelerinin aksi yönde tutumları, sadece İran’a saygımı artırmıştır hep.. Bu nedenle de İran gezisi fırsatını çok istekli şekilde kabul ettim. Pasaportumdaki İran giriş ve çıkış damgası nedeniyle bir daha Amerika Birleşik Devletleri’ne giriş yapamayacağım uyarısını biraz da içerleyerek dikkate almadım. Gelin görün ki kaldığım sürenin kısalığı nedeniyle yanılmış olmayı istemekle birlikte itiraf etmek zorundayım ki bir nebze de olsa gördüğüm kadarıyla başkent Tahran, bizim 20-30 sene öncemizi yaşıyor. Genel olarak Ahmedinejad hakkında hem ekonomiyi hem de dış ilişkileri bozduğu gerekçesiyle hiç de iyi düşünülmüyor. Aslında 2009 yılında seçilmesi ertesi, dış dünyada duyulmamış toplumsal tepkiler faili meçhul muhalif ölümlerine bile yol açmış. Gezi olaylarına benzer tencere tava protestolarının olduğundan bahsediliyor. Kaotik bir ortam. Trafik felaket. Araçlar çok eski. Yandaki aracın kapısı kaportayı zedelemesin diye yan yüzeylere plastik köpükleri yapıştırılmış. Trafik ışıklarına pek rastlamadım ama olsa da zaten kuralları takan pek yok. Karşıdan karşıya geçmek yayalar için ciddi bir tehlike. Kılık kıyafeti dökük, ancak elindeki sopaya tutturulmuş “dur” trafik tabelasından polis olduğunu anladığım kişinin, karşıya geçebilmem için yardım çabalarının işe yaramaması, hatta araçların yine de durmaması sonucu elindeki işaret tabelasını yere düşürmesi, başıbozukluğun küçük bir örneğiydi. Bir yerden diğerine gitmeniz trafikte saatler alıyor. Park yeri bulmak en az bizdeki kadar zor. Diğer taraftan İran’lılar yıllardır kendi otomobillerini, füzelerini üretebiliyor, hatta nükleer reaktörlerini imal edip uranyum zenginleştirebiliyorlar. Ortadoğu’nun en zengin metro ağına sahipler. Otomobil depolarının tamamını dolduran benzine ödedikleri para ile biz Türkiye’de araçlarımıza ancak benzini koklatabiliriz. Araçların büyük çoğunluğu Fransız malı. Aslında tarihi boyunca, Rıza Pehlevi, Farah Diba döneminde kullanılan saraylardaki dekorasyonlara kadar çok yoğun bir Fransız etkisi hep olmuş ve hala hissediliyor. Öte yandan bağıran çağıran, itişip kakışan insan yok. Birbirlerine davranışları ölçülü ve saygılı. Para birimi bol sıfırlı Riyal ama daha çok 10 Riyal’e karşılık gelen Tümen’i (Tomen, Tuman) kullanıyorlar. Yüz dolara tomar tomar İran parası veriyorlar ki cebinize, cüzdanınıza sığmıyor. Kısa süre önce de resmen sadece Tümeni kullanım kararı aldılar. Nakit para ile alışveriş yapmalısınız çünkü kredi kartı pratik olarak geçersiz kabul ediliyor. İnternet büyük ölçüde sansür altında ve çok yavaş. Televizyon programları da mollaların sansürü altındalar. İran halkı genel olarak Türk’leri seviyor ama Türkiye’deki benzerleri ve Araplar gibi, bilinen nedenlerle Atatürk’ten nefret ediyorlar. Rıza Pehlevi’den sonraki yönetici zevat hiçbir zaman resmi ziyaretlerinde Anıtkabir’i ziyaret etmezler malumunuz. Otel odamda açtığım ilk TV kanalında “Muhteşem Yüzyıl” dizisinin Arapçasını görmek doğrusu şaşırtmadı değil. İran mutfağı bize çok yakın çünkü yemeklere ağırlıklı olarak kuzu eti, baharatlar, pirinç ve bulgur hakim. Tüm kebaplar, lahmacun ve hamur tatlıları ağız tadınıza hazır ve nazır. Bilindiği gibi alkol tüketmek yasak ama yasaklanmış her konuda olduğu gibi herkes gizli gizli içkisini içiyor. Tabi bu yüzden kör kalanlar da olmuş. Hatta uyuşturucu kullanımı gençler arasında oldukça olağan.
Tahran’da bir yandan nüfusun yüzde 90’ını Şii Müslümanların oluşturması, “Muharrem” ayı, Kerbela’nın yıldönümü nedeniyle insanların kendilerini zincirlerken kan çıkarmamalarını öğütleyen İmam Hamaney’in fetvaları konuşuluyorken diğer yandan ambargonun hafiflemesi nedeniyle tüm dünya devletleri iş adamlarının her ortamda iş görüşmeleri yapıyor olmaları bana çok ilginç geldi. Obama yönetimiyle ilişkilerin yumuşaması eğer Trump döneminde de sürerse İran’ın çehresi kısa sürede değişebilir. Yönetimdeki mollalar, değişimin sosyal yaşamı nereye kadar etkilemesine izin verir bilemiyorum ama şu anda bir tanesini bile göremediğim “Mc Donalds”lar, “Starbucks”ların ve daha nicelerinin İran’ı istilası kaçınılmaz gibi görünüyor. Bu vesileyle Türk girişimcilere de değişecek İran’da yer almakta geç kalmamaları için buradan hatırlatmada bulunalım. Günlük İran gazetesinin ilk sayfasında üstte İran – Irak sürtüşmesinin, yine ilk sayfanın altında İran’daki sağlık yatırımlarında Türk’lere öncelik tanınacağı haberlerinin yer alması, tesadüf değilse ilişkilerin önemini göstermektedir.
İlerde İran’ın bölgedeki ve dünyadaki konumunun ne olacağını zaman gösterecek ve buna hep birlikte şahit olacağız. Dogmanın kurbanı olmadan, katma değeri yüksek olan üretim ürünleriyle dünyaya açılmaları, İran’ı kısa sürede bölgenin en zengin ülkesi yapabilir. Bu durumda yakın tarihte ilk defa İran, İslam ülkelerinin makus talihini yenebilir veya aksine bölgenin ve dünyanın izole edilmiş, zengin kaynakları olan ama refahı topluma yayamamış bir başka ülkesi olarak şu andaki yerine geri döner. Yazımın başında Japonya ile İran izlenimlerimi karşılaştıracağımı söylemiştim. İki ülkenin de Asya kıtasında olmaları ve Birleşmiş Milletler Topluluğu’na üye olmaları dışında hiç bir anlamda bir benzerlik bulamadım. Japonya dünyanın en büyük üçüncü, İran yirmi sekizinci en büyük milli gelirine (gayri safi milli hasıla) sahipler, aslında ikisi de zengin ülkeler. Kaynaklardan Japon’ların İran’lılardan 14 yıla yakın daha uzun yaşadıklarını, daha az üreyip daha az öldüklerini, 3 kat daha fazla para kazandıklarını, yüzde 75 daha çok iş bulabildiklerini, yüzde 95 olasılıkla daha az cinayete kurban gittiklerini, yüzde 83 daha az olasılıkla hapsedildiklerini, yüzde 66 daha çok petrol tükettiklerini, yüzde 50 daha az çocuk yaptıklarını, yüzde 50 daha az AIDS’e yakalandıklarını söyleyebilirim.
Sonuçta, an itibariyle İran hakkında ne mi düşünüyorum? Türkiye’de, her şeye rağmen, güzel ülkemde yaşadığım için sevinçliyim. Terörizme bağlı kitlesel katliamların aynı bölgenin iki ülkesi olarak sadece bizde olmasında ülkemin değil yöneten insanların sorumlu olduğunun ve bunun böyle gitmeyeceğinin bilincindeyim.
Prof. Dr. Kutay Biberoğlu
- 12. 2016
Ankara