Eylül ayının son haftası içinde Osaka, Japonya’da yapılan Asya Endometriosis ve Adenomyosis Derneği’nin (ASEA) beşinci kongresine katıldım. Şimdiye kadar sırasıyla Şangay, Çin; İstanbul, Türkiye; Seul, Kore; Ölü Deniz, Ürdün’de organize edilen Asya toplantıları 2017 Kasım’ında Şiraz, İran’da olacak. Türkiye coğrafik olarak hem Avrupa hem de Asya’da yer almasının avantajıyla ASEA’nın kurucu üyeleri arasında yer alıyor. Prof. Dr. Sayın Aydın Arıcı’nın kuruluştaki önderliği ve emekleri yadsınamaz. Asya kıtasının dünya topraklarının yüzde 30’unda dünya nüfusunun beşte üçünü barındırması, böyle bir uluslar arası derneğin kurulması fikrini doğurdu. Avrupa, Amerika ve Dünya Endometriosis kuruluşlarının Asya’ya ilgisinin giderek artması ve katılım açısından bu ilginin Japonya kongresinde zirve yapmış olması, ASEA’nın kuruluşunun ne kadar isabetli olduğunun kanıtıdır.
ASEA kuruluşu, halen üye olan ve yönetim kurulunda temsil edilen Türkiye, Çin, Japonya, Rusya, Tayvan, Kore, Tayland, Sri Lanka, İran ve Singapur’a yeni ülke katılımlarıyla hızla büyüyor. Asya ülkelerinin tıp bilimine katkıları yoğunlukla temel tıp araştırmaları üzerinden gerçekleşiyor. Örneğin endometriosis konusunda yapılmış ve bilimsellik sıralamasında en önde giden dergilerde yayımlanmış uluslar arası çalışmaların önemli bir kısmı Çin, Kore, Japonya gibi Asya ülkelerinden kaynaklanıyor. Batı dünyasının “alternatif tıp” olarak adlandırdığı tedavi yöntemleri, Çin gibi Asya ülkelerinde ön sıralarda yer alıyor ve giderek artan sayıda araştırmaya konu oluyor. Kore’deki hayvan laboratuarları dünyanın en gelişmişleri arasında yer alıyor ve örneğin Amerika’lı araştırmacıların bir kısmı, üniversitelerinden izin alarak deneysel araştırmalarını Kore laboratuarlarında gerçekleştiriyorlar. Bilindiği gibi, en son Nobel Tıp Ödülü (diploma, altın madalya ve 3 milyon TL karşılığı İsveç Kronu), Tokyo Teknoloji Enstitüsünde görev yapmakta olan Japon bilim adamı Yoshinori Ohsumi‘ye “hücresel bileşenlerin otofaji mekanizmaları” keşfi üzerine verildi. Japonlar Nobel’e yabancı değiller. Daha önce de 18 farklı ödül bu ülkenin vatandaşlarına layık görülmüş.
Japonya 130 milyon nüfusu ile dünyanın onuncu en kalabalık ülkesi. Coğrafî yapısı bakımından 6852 adadan oluşan bir takımada. Japonya, adını oluşturan kanji
karakterler “güneş” ve “köken” anlamına geliyor, “Doğan Güneşin Ülkesi” olarak da biliniyor. Halkın takımadalara yerleşimi yüz bin yıl önceye kadar gidiyor. Japoncanın Altay dilleri ailesinden olmasından hareketle Japonların Türklerle ortak atalara sahip olduğu savı ileri sürülmüştür. Diğer bir hipotez ise Japonların Bering boğazını geçerek Amerika kıtasına giden Orta Asyalılar ile çok önceleri tanıştıklarıdır.
Bugün başkent Tokyo, çevresindeki yerleşimleriyle birlikte “Büyük Tokyo Metropolü” adı altında 30 milyon kişinin yaşam alanıdır. Japonya Devleti’nin başı yetkileri oldukça kısıtlı olan Japon imparatoru (Akihito), hükümetin başı ise seçimle iş başına gelen parlementonun (Diet) seçtiği başbakandır (Shinzo Abe). Diet, her dört yılda bir halkoyuyla seçilen 480 sandalyeli Temsilciler Meclisi ve altı yıl görev yapan halk tarafından seçilmiş üyelere sahip 242 sandalyeli Danışmanlar Meclisi’nden oluşuyor. İkinci Dünya Savaşında aldığı ağır yenilgiye rağmen “Japon Mucizesi” adı verilen hızlı gelişmesiyle Japonya, 4 trilyon dolarlık milli geliriyle halen dünyanın üçüncü en büyük milli ekonomisidir. Japon halkı milli dinleri olan Şintoizm’i ve 6. Yüzyılın sonunda gelen Budizm’i benimsemişler.
Çeşitli kaynaklardan edindiğim bu bilgilerle giriş yaptıktan sonra bir Türk Vatandaşı olarak belleğime kazınmış, Japonya ile ilgili ve gündelik hayata yansıyan olayları anımsamaya çalıştığımda, sanırım ilk Japon kültürü ile tanışmam çocukluk yıllarımda Judo, Karate gibi Japon savunma sanatları sayesinde olmuştu. Teknolojide, otomotivde Japon markaları her zaman ön sıralarda olmuştur. Karaoke’nin de keza Japon kökenli olduğunu biliyorum.
Osmanlı tarihinden hatırladığımız olay ise güzel başlayıp acı biten Japonya’ya deniz ziyaretidir. II. Abdülhamit’in emri ile o zamanın Japonya imparatorunun yeğeninin bir savaş gemisiyle İstanbul’a gelişine iade-i ziyaret olmak üzere Ertuğrul fırkateyni, bu uzun seyahate dayanamayacağı uyarılarına karşın değerli hediyelerle Temmuz 1889’da yola çıkmış, 50 kişilik bandosu ile Japon sularında kaldığı 3 ay boyunca konserler vermiş ancak dönüş yolculuğuna dayanamayarak 15 Eylül 1890 yılında Yokohama limanından ayrıldıktan kısa süre sonra kayalıklara çarparak batmıştır. Japon deniz kuvvetlerinin tayfun uyarısına rağmen planlandığı tarihte dönüş yoluna düzülen Ertuğrul gemisinin “iman gücü” ile yüzdürülmesi kararı, 600’e yakın mürettebatın ölümü ile sonuçlanmıştır.
Dünya savaşında Japonya’nın galip ülkeler arasında karşımızda yer alıp Lozan’a taraf olduğunu, II. Dünya savaşında ise mağlup tarafta yer aldığını, Amerika Birleşik Devletleri’nin 1945 yılında savaşı bitiren Hiroşima’ya ve daha sonra Nagazaki’ye attığı atom bombalarıyla sırasıyla 140 bin ve 70 bin vatandaşını kaybettiğini okulda, derslerde öğrenmiştik.
Yine gençliğimde televizyon dizisi olarak çok tutulan “Shogun”ı yani kelime anlamı olarak askeri diktatörü, Samurai’leri yani savaşcıları ve ana karakteri Anjin-San’ı çok net anımsıyorum. 1964 yılında Prens Mikasa’ya Atatürk Barış Ödülünün verildiğini de basından öğrenmiştim. Zaman zaman da Türk basınında Japon kadınlarının birikimlerini Türk borsasında değerlendirdikleri yazılır çizilir. Ekonomi kaynaklarına göre 2012 yılında ülkemize bu yolla 3.7 milyar dolar girmiş. Şu sıralarda Japonya’da banka faizlerinin -0.1’e çekilmesi nedeniyle aynı kaynaktan para geleceği öngörülüyor. Japonlar, negatif faiz dönemlerinde “uridashi” denilen yöntemle, aldıkları ucuz kredileri Türkiye gibi faizin yüksek olduğu ülke tahvillerine (carry-trade) yatırıyorlar. En son, yakınlarda hatırladığım ise basına Mart 2015 tarihinde yansıyan haberdeki 51 yaşında bir Japon mühendisin Körfez geçişi asma köprü halatlarından birisinin kopmasının sorumluluğunu üstlenerek maket bıçağı ile intihar etmesiydi. Sanırım bu olay, Japon Milletinin ne denli sorumluluk duygusu taşıyan ve onurlu insanlardan oluştuğuna bir örnektir.
Osaka’daki kongre seyahatime gelince, bir nebze de olsa Japon kültürünü öğrenebilmek için günlük yaşamdan bazı saptamalarım oldu. Genellikle davetli konuşmacı olarak yabancı bir ülkeye, bir uluslar arası kongreye gidildiğinde, havaalanında bir kongre masası veya otel transferi için bir görevli bulundurulur. Oysa bu defa sadece havaalanından otobüse binerek otelimize gidebileceğimiz söylendi. Biraz ürkmekle birlikte hemen günlük rutin yaşama girme olanağının doğması, sevindirmedi değil. Ne de olsa tüm tabela yazılarının İngilizce’ye tercümeleri vardı. Otellerin isimlerinin yazılı olduğu durakların arasından kendi otel tabelamı bulduğumda ilk okuduğum kural, ikişerli sıra halinde beklenmesi gerektiğiydi. Önümde bekleyen tek kişinin hemen arkasına yanaştıysam da ilk uyarımı almakta gecikmedim. Üniformalı ve beyaz eldivenli görevli, İngilizce bilmediği ve Japon’a benzemediğimden olsa gerek, kolumdan tutarak beni ve bavulumu öndeki vatandaşın yanına koydu. Görevini yapmanın ve beni ikişerli sıraya geçirmenin tatmini yüzünden okunuyordu. Kısa süre sonra gelen otobüsün bagajına bavullarımızı kendisi yerleştirirken, yine beyaz eldivenli şoför tek tek bizi içeriye alırken önümüzde saygıyla eğilip kemerlerimizi bağlamayı ihmal etmedi. Araç trafiğinin soldan aktığı Japonya’da toplu taşıma araçlarında cep telefonu kullanmak kesinlikle yasak. Yolculuk bittiğinde önce şoför dışarı çıkıyor ve kapının dışında bekleyerek otobüste kaç kişi varsa tek bir kişiyi bile atlamadan eğilerek iyi günler diliyor. Bu düzenin aynısını Seul, Kore’de de yaşadığımı hatırlıyorum. Aslında başka açılardan da iki ülkenin kültürleri arasında benzerlikler var. Yine de Japonya’nın daha disiplinli olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim. Benzer yaşam tarzına Çin’i eklemem olanaksız çünkü oradaki kültür çok farklı. Çin’de de günlük yaşamda belirgin bir disiplin göze çarpıyor ama oradaki kültürel değil baskı sonucu oluşmuş. Taksiye binmek için uzun bir kuyrukta sessizce çok uzun süre beklemeniz gerekebiliyor. Çin’de her bir vatandaş başına birkaç tane sivil polis olduğu söylenir sokaklarda.
Çok zengin bir ülke olmasına karşın Japonya’nın günlük yaşamındaki tevazu çok belirgin. Yollardaki otomobil markalarından, otellerine, restoranlarına, çarşı pazarlarına kadar çok mütevazılar. Bizim 5 yıldızlı otellerimizde, evlerimizin genişliğinde, yeme, içme, gezinme ortamlarımızda, otomobil seçimlerimizde yaşadığımız lüksün yarısı bile burada hissedilmiyor. Bizden farklı olarak temizlik, nezaket, saygı ve güler yüzlülük ise had safhada.. Yüksek sesle konuşmak, klakson çalmak, etrafa çöp atmak kültürlerinde yok. Sıraya girmek ve sessizce beklemek günlük yaşamın bir parçası olmuş. Size her ortamda yol veriyor, bir yer sorduğunuzda sizinle beraber oraya kadar eşlik edip sonra da yarı bellerine kadar eğilip saygılarını sunuyorlar. Ben hiç rastlamadım ama iş yerinde uyuklamanın, çok çalışmanın bir göstergesi olarak kabul edilebilir bir davranış olduğu tek ülkenin Japonya olduğu söylendi. Günün 24 saati çalışan ve neredeyse her gereksinimi gideren otomatların yaygınlığı çok çarpıcı. Japon arkadaşlarım sigara alışkanlığının yaygın olduğunu söylemişlerdi, oysa sokaklarda sigara içenlere rastlanmıyor, daha da ötesi cezası var. Sonradan gözlemledim ki insanlar ancak özel ayrılmış bölgelerde toplanarak sigara içebiliyor. Anlatmadan geçemeyeceğim ve bana göre en lüks yaşam gereçleri, başlı başına bir keyif vesilesi olan tam otomatik tuvalet klozetleri.. Isısı, basıncı, lokalizasyonu ayarlanabilir su fışkırtmalı ve hava akımlı kurutma sistemleri tam bir teknoloji harikası. Her ne kadar bizdeki hela taşı da denilen alaturka tuvaletlerin Japon günlük yaşamında olduğu hep söylenirse de şükürler olsun ki ben hiç rastlamadım. Diğer teknolojik harikalarından birisi de saatte 500 km hıza kadar çıkan trenleri ve hızlı trenler yeni de değil. 1959 yılından beri günlük yaşama girmişler.
Geleneksel örf ve adetlerini korumaya çalışıyorlarsa da bu konuda çok da başarılı oldukları söylenemez. Yine de hala bazı restoranlara ayakkabılarınızı çıkararak giriyor ve yerde oturarak alçak masalarda yemek yiyorsunuz. Kimono denilen geleneksel Japon giysisi artık herkes tarafından giyilmiyor. Hem giyilmesi oldukça ayrıntılı ve zaman alıcı hem de çok pahalı ipek kumaştan dikiliyor. Genç Japon kızları 20 yaşlarına girdiklerinde aile içinde kimono giyme kutlaması yapılıyormuş. Sembolik ve törensi bir giysi haline gelmiş. Örneğin kumaşın kol uçlarındaki kumaş kısa ise bekarlığa, uzun ise evli medeni konuma işaret ediyor. Sürekli kimonolarıyla dolaşan geyşalar bir Japon efsanesidir malumunuz. Geyşaların eşlerine, evlerine çok iyi baktıkları, sanattan, danstan, müzikten, kısaca eşlerini mutlu kılacak her şeyden çok iyi anladıkları söylenir hep.. Hep böyle duymuşuz, bilmişizdir. Birkaç yıl önce Japon bir profesör arkadaşıma bu açıdan çok şanslı olduğunu söylemiştim de bana çok gülmüştü. Acı acı gülmüştü de diyebilirim. Belli ki bu durumdan hiç de hoşnut değildi. Bunun çok eskilerde kaldığını, artık kadınların da erkekler gibi iş hayatına atıldıklarını, batılı kadınlardan bir farklarının kalmadığını ifade etmişti. Osaka’ya bu gidişimde gördüm ki zaten bırakın geyşaları, ortalarda tapınaklarda gezinen bir kaçı dışında kimonolu gezen Japon kadını bile görmek olanaksız. Geyşalık, Kyoto’nun bir bölgesinde yaşayan, sadece zengin bir kitleye hitap eden kadınların oluşturduğu adeta bir meslek haline gelmiş. Rivayete göre bir saatlik geyşa hizmeti almanın bedeli 1000 Amerikan dolarlarına kadar çıkıyormuş. Bir tür kiraz çiçeği olan ve bahar ayında bir haftalık bir hayatı olan Sakura, Japonya’ya özgü bir doğa olayı ve tabi ki biz sadece resimlerini görebildik.
Japon gençlerinin batıya, özellikle Amerika Birleşik Devletlerine hayranlıkları had safhada.. Mc Donalds’lar, Starbucks’lar her yerde ve Japon gençlerinin hayali ABD’de yaşamak. Birilerinin onlara en az diğeri kadar refah düzeyine sahip olduklarını, eğitim düzeyi, ahlak, kültür ve sosyal yaşam olarak ise kıyaslanamayacak üstünlüklerini anlatmasının gerekli olduğunu düşünüyorum.
Dünyanın neredeyse yüzde 100’lük okur-yazarlık oranı ile en yüksek eğitim düzeyine sahipler. Genlerinde var olan hırs ve disiplin, savaştan çıkardıkları derslerle iyice pekişmiş. Eğitim, teknoloji ve günlük yaşamın bir diğeriyle uyumu o kadar bütün oluşturmuş ki öğretmen de öğrenci de en modern araç gereçlerle ders de yapıyor, sınıf ve yemekhane de temizliyorlar. Amaç sorumluluk, ekip çalışması ve disiplinin ayrılmazlığının bilincine varmak ve tabi zamanın değerini vermek. Her ortamda hızlı internet ağı olmazsa olmaz, bu nedenle de toplu taşıma araçlarında bile sürekli okuyorlar. Yer altı sıcak su kaynakları yaygın, dolayısıyla bizim gibi onların da hamam kültürleri var. Yine bizim gibi sembollerle dilek dilemek yaygın. Bizde ağaca bez bağlamak varsa orada da tapınaklarda -ki sadece Kyoto’da iki binin üzerinde mevcut- çok sayıda sembollerle örneğin çanın halatını sallayarak dilek tutmak yaygın bir gelenek. Dinimizin aksine bir sonraki hayat değil, şimdiki önemli onlar için. Her bir cismin ruhu olduğu inancındalar ve en önemlisi onlar için, atalarının ve doğanın ruhları.. Sürekli yaktıkları tütsülerin dumanının şifalı olduğuna inanıyorlar. Hakim dinleri Şintoizm ve Budizm’de sekiz milyondan fazla tanrılarının olduğu söyleniyor. Zen felsefesinin temelini kendisini tanıma ve yenileme, bilgelik ve meditasyon oluşturuyor.
Bu ülkenin en büyük şanssızlığı, çok sayıda deprem, kasırga ve tsunami’lerinin olması. Ülkede yılda 1500’den fazla deprem oluyor ve 200 kadar aktif yanardağ var. Bir başka şanssızlıkları ise dillerinin çok zor öğrenilebilir olması. Alfabelerindeki üç bine yakın resim içeren karakterleriyle her halde dünyanın en zor dillerinden birisi olsa gerek Japonca.
Biraz da yeme içme kültürlerinden bahisle yazıyı tamamlayalım. Japon yaşamında çay başlı başına önemli bir kültürel ve sosyal olgu. Hazırlanışı, sunumu, yine törensel. Hiç sevemediğimi ve sağlıklı olmadığını itiraf ederek yine de ülkemizde de çok yaygın olarak sevilen suşi’den bahsetmemek olmaz. Balık, diğer deniz ürünleri ve sebze ile haşlanmış pirinç karışımının pirinç sirkesi ve şeker ile tatlandırılması ile üretilen bu lezzet tam olarak bir Japon yemeği. Bir bitkinin kökünden yapılan Vasabi, macun kıvamında çok acı bir çeşni. Japonlar tuz yerine çok yaygın şekilde soya sosu kullanıyorlar. Batı dünyasında “chopstick” olarak bilinen “hashi”lerle yemek yemek hatta pirinç taneciklerini tek tek yakalamak o kadar da zor değil. Biraz antrenmanla başarılabiliyor. Pirinç ve tahıldan üretilen “sake”nin milli Japon içeceği olduğunu herkes bilir. Sofraların olmazsa olmazı “sake”ye Japon birasını tercih ederim. Asahi birası ve yine pirinç rakısı, restoranların olmazsa olmazları.. Siz siz olun, hashi’leri çatal yerine kullanma dışında, örneğin birisini gösterme amaçlı kullanmayın. Bu çok ayıp ama ağzınızı höpürdeterek “noodle” yiyebilir, hatta beğendiğinizin göstergesi olarak algılatabilirsiniz. Önünüzdeki sıcak saç masalar üzerinde pişen barbekü et ve sebzenin lezzetini tadarken bir yandan da akrobatik hareketlerle önünüze servis yapan lokal Japon aşçıların gösterilerini keyifle izleyebilirsiniz. Öte yandan, dönüş uçağıma yetişebilmek için alelacele atıştırdığım “şabu şabu” konusunda sizi uyarmayı boynumun borcu bilirim. Ağzımdaki tadı ve görüntüsünü kolay kolay zihnimden silemedim. Efendim, ortada farklı sebzelerin de bulunduğu kaynar bir su kazanı var. Siz de ince dilimlenmiş etleri içine atıp kısa sürede haşlanan eti -henüz bitmedi- bir kasenin içine kırılan çiğ yumurtaya batırarak ağzınıza atıyorsunuz. Ben etkilemiş olmayayım ama siz yine de isterseniz afiyetle yiyebilirsiniz. Japon mutfağında çiğ balık yemek çok yaygın ve geleneksel. Sabah kahvaltılarında bile tüketiliyor. Öte yandan dünyada en çok yemek borusu, mide ve barsak kanser olguları da Japon’larda görülüyor. Daha da ötesi, kanserle çiğ ve tütsülenmiş yenilen besinler arasında bir ilişki olduğu da ileri sürülüyor. Ne kadar eğitimli ve kültürlü olurlarsa olsunlar geleneklerin toplumlar üzerinde çok belirgin etkileri var. Bu ilişki ve çelişkiyi Japon meslektaşlarıma sorduğumda yanıtları “evet biliyoruz ama bu bizim kültürümüz” şeklinde oldu.
Akademik konularla yazıya başladık. Yine öyle bitirelim. Bilindiği gibi Türkiye’de siyasi nedenlerle her ilde açılan pek çok üniversite vardır. Adı üniversite.. Temel eğitim kurumları benzeri, eğitim değil, öğretim yapmaya çalışan, doğru düzgün hocası olmayan, mezunlarının iş bulamadığı, sadece “üniversite mezunu” adı altında askerlikte er olmaktan yırtmak dışında bir özelliği bulunmayan, topluma hiçbir yararlı fikir ya da bilim üretmeyen bu kuruluşlar, aslında istihdam kaynağıdırlar da aynı zamanda. Her kürsüsünde 3-4 üniversiteye yetecek sayıda akademik kadrolu insan ve personel vardır. Rahmetli İhsan Doğramacı’nın ideali, akademik kadroların bir piramit şeklinde profesörden başlayarak aşağıya doğru düzenlenmesiydi. Türkiye’de bu hiçbir zaman başarılamadı. Aksine birçok kürsüde neredeyse tüm öğretim üyeleri profesördür. Altta doçent, yardımcı doçent, hatta uzman hiç yoktur, yani tabiri caizse herkesin general olduğu, savaşacak kimsenin bulunmadığı ordular gibidir. İşte bunu liyakat sistemiyle başarmış, belki de tek ülke Japonya’dır. Japon meslektaşlarımla yaptığımız toplantılarda öğrendim ki devlet üniversitelerinde her kürsüde sadece bir profesör vardır. Ancak ölümü ya da emekliliği durumunda tüm dünya akademik çevrelerinde ilan verilir ve açıklanan kriterler çerçevesinde hak eden kişi başka ülkeden de gelse profesör olarak kürsünün başına geçer. Tek şart Japonca bilmesidir.
Bu ülkenin “hiç mi olumsuz yönü yok?” derseniz, hala balina katliamının devam ettiğini söyleyebilirim. Ülkeme dönünce ne mi hissettim? Sadece kıskançlık ve üzüntü. Bana göre dünyanın en güzel doğasına sahip ülkemiz, içinde bulunduğumuz durumu hiç mi hiç hak etmiyor. Güzellikler insanıyla değerli..
Prof. Dr. Kutay Biberoğlu
05 Aralık 2016
Ankara